Küresel iklim politikaları ve karbon ayak izi uygulamaları, gelişmekte olan ülkelerde yeniden tartışma konusu oldu. Bazı çevreler, karbon emisyonu kısıtlamalarının sanayileşmek isteyen ülkeler için engel teşkil ettiğini savunurken, bu politikaların gelişmiş Batılı ülkeler tarafından uygulandığı ve geçmişteki çevresel sorumluluklarını yerine getirmedikleri görüşünü dile getiriyor.
Sanayi Devrimi’nden bu yana geçen 250 yıllık süreçte karbon salınımının esas sorumlusu olarak ABD ve Batı Avrupa ülkeleri öne çıkıyor. Bu dönemde söz konusu ülkeler kişi başı gelirlerini 6-7 bin dolardan 60-70 bin dolara çıkardı. Gelişmekte olan ülkeler ise kalkınma sürecine yeni adım atmış durumda. Bu ülkeler, geçmişte sanayileşen devletlerin yüksek refah seviyelerine ulaşmak için benzer kalkınma modellerini uygulamak istediklerini ifade ediyor.
1992 yılında Birleşmiş Milletler’in Rio Zirvesi’nde bu konu gündeme taşınmıştı. Zirvede, gelişmekte olan ülkelerin sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde çevre kirliliği ve iklim değişikliğine karşı önlemler alması kararlaştırıldı. Ancak bu önlemler, yeterli kaynağa sahip olmayan ülkeler için ek yük anlamına geldi.
Bu yükün hafifletilmesi için gelişmiş ülkeler, milli gelirlerinin %0,7’sini kalkınmakta olan ülkelere yardım olarak aktarma sözü verdi. Ancak bu taahhütler büyük ölçüde yerine getirilmedi. 1992 yılında toplam yardım 69 milyar dolar iken, bu rakam 2000 yılında 53 milyar dolara geriledi. Yardım oranı da %0,7’den %0,22’ye düştü. ABD ise 2000 yılı itibarıyla bu yardımlar için sadece %0,10’luk bir pay ayırdı.
1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü ile sanayileşmiş 38 ülke sera gazı emisyonlarını 2012’ye kadar 1990 seviyesinin %8 altına indirmeyi kabul etti. Ancak bu hedeflere ulaşılamadı. Emisyonların başlıca sorumlusu olarak gösterilen ABD ise bugüne kadar herhangi bir iklim anlaşmasını imzalamadı.
Tartışmaların bir diğer boyutu da Türkiye. Hükümetin iklim politikalarına yönelik bazı çevrelerden gelen eleştiriler, uygulamaların küresel düzenin dayatması olduğu yönünde. İklim hassasiyetinin öncelikle ülke içindeki çevresel sorunlara yöneltilmesi gerektiği vurgulanırken, maden işletmeleri, tarım ve sanayide kamucu ve planlı politikaların hayata geçirilmesi gerektiği dile getiriliyor.
İklim Yasası Ne Getiriyor, Ne Götürüyor?
2053 Net Sıfır Hedefi ve Zorunlu Dönüşüm
Türkiye, 2021’de Paris İklim Anlaşması’nı onaylayarak küresel iklim mücadele sürecine resmen katıldı. Hedef: 2053 yılına kadar net sıfır emisyon. Bu hedef doğrultusunda en önemli adımlardan biri ise İklim Yasası. Hazırlıkları süren yasa, Türkiye’nin iklim politikasını kökten değiştirecek ve ekonomik modelde düşük karbonlu bir sisteme geçişi zorunlu kılacak.
Ancak yasa, yalnızca çevre politikası değil; aynı zamanda enerji, sanayi, tarım, ulaşım, finans ve yerel yönetimlerin geleceğini de doğrudan etkiliyor.
1. Emisyon Ticaret Sistemi: Kirleten Öder Dönemi
En dikkat çeken düzenleme, Türkiye’de ilk kez kurulacak olan Ulusal Emisyon Ticaret Sistemi (ETS). Bu sistem, karbon salımı yapan şirketler için bir tür “karbon vergisi” anlamına geliyor. Emisyon sınırı aşıldığında firmalar, karbon kredisi satın almak zorunda kalacak.
Bu durum özellikle demir-çelik, çimento, enerji ve kimya gibi karbon yoğun sektörleri doğrudan etkileyecek. Firmalar ya üretim süreçlerini dönüştürecek ya da daha fazla maliyete katlanacak.
Not: Avrupa Birliği’nin 2026’dan itibaren devreye alacağı Sınırda Karbon Düzenlemesi (CBAM) kapsamında, bu sisteme geçmeyen ülkelerden ithalat yapan firmalar AB’ye ekstra karbon vergisi ödeyecek. Türkiye için bu sistem bir tercih değil, zorunluluk haline geliyor.
2. Yeşil Finansman: Yatırımda Yeni Dönem
İklim Yasası, finans sektörünü de yeniden şekillendiriyor. Yasa yürürlüğe girdiğinde:
- Bankalar, çevreci yatırımlara öncelik verecek.
- Yeşil tahvil, sürdürülebilir kredi, karbon piyasası araçları gibi yeni finans ürünleri yaygınlaşacak.
- Karbon yoğun yatırımlar, daha zor ve daha pahalı finanse edilebilecek.
Bu durum, yatırımcıları yeşil teknoloji, yenilenebilir enerji, atık yönetimi ve çevre dostu projelere yönlendirecek. Ancak geçiş sürecinde klasik sanayi yatırımları finansman bulmakta zorlanabilir.
3. Şirketler İçin Yeni Zorunluluklar: Raporla, Azalt, Uyum Sağla
Yeni yasa kapsamında büyük şirketler:
- Karbon ayak izlerini raporlamak,
- Emisyon azaltım hedefi belirlemek,
- Yıllık ilerlemeleri bildirmek zorunda olacak.
Ayrıca binalarda enerji verimliliği, fabrikalarda temiz üretim teknolojileri, nakliyede elektrikli araç kullanımı gibi konularda yeni standartlar devreye girecek. Uyumsuz işletmelere para cezaları uygulanacak.
4. Belediyelere İklim Görevi: Yerelden Küresele
İklim Yasası yalnızca büyük sanayi şirketlerini değil, belediyeleri de kapsıyor. Yerel yönetimlere şu yükümlülükler getirilecek:
- İklim eylem planı hazırlamak,
- Atık yönetimini, ulaştırmayı, su kaynaklarını bu plana göre düzenlemek,
- Yeni imar projelerinde karbon salımını dikkate almak.
Özellikle büyükşehirlerde toplu taşıma ve yeşil alan politikaları, bu yasayla birlikte iklim odaklı hale gelecek.
5. Eleştiriler ve Endişeler: Kim Ödeyecek Bu Bedeli?
Yasa, çevre çevrelerince önemli bir adım olarak değerlendirilse de eleştiriler de yok değil:
- Gelişmekte olan ülkeler, bu tür yasaların kalkınmayı engellediğini savunuyor.
- Türkiye’nin sanayileşmesini tam tamamlamadığı gerekçesiyle yükün adil paylaşılması gerektiği vurgulanıyor.
- Geçiş sürecinde KOBİ’ler için ciddi finansman ve teknoloji desteği şart.
- “Yeşil dönüşüm” adı altında sadece büyük şirketlerin ayakta kalabileceği bir sistem oluşmasından endişe ediliyor.
Ayrıca, geçmişte gelişmiş ülkelerin Rio Zirvesi (1992) ve Kyoto Protokolü (1997) kapsamında verdikleri finansal destek sözlerini yerine getirmediği hatırlatılarak, “yükü gelişmekte olanlara yıkan sistem” eleştirisi öne çıkıyor.
İklim Yasası, Türkiye için hem risk hem de fırsat barındırıyor. Yasayla birlikte karbon salımı azaltılacak, çevresel sürdürülebilirlik artacak ve AB ile ticari ilişkiler korunacak. Ancak bu dönüşüm için ciddi bir finansal kaynak, güçlü altyapı ve planlı bir geçiş süreci şart.
Yasa, çevreci bir kalkınma modeliyle birlikte düşünülürse Türkiye için geleceğin rekabetçi ekonomileri arasında yer alma şansı sunabilir. Aksi takdirde, kalkınma hedeflerini zorlaştıran yeni bir maliyet kalemi olarak kalabilir.